- Konbuyu başlatan
- #1
İKİ KENTİN ÖYKÜSÜ
Otuzdört yaşıma bastığım gün
yıllarımı Londra'yla İstanbul arasında
eşit paylaştırmış olduğum geldi aklıma.
Ve bu yıl bir gün, kırkımda,
başıboş dolaşırken Londra sokaklarında,
her köşenin, otobüs durağının, heykelin,
nehrin her bir kıvrımının, herşeyin,
eski bir öykü anlattığını farkettim bana.
Konuştuğumu farkettim kentin her taşıyla
(volta atarken bir kasabanın anacaddesinde,
selâmlaşır gibi karşıma çıkan herkesle).
Elinde küçük bir çakıyla yaramaz bir çocuk
RM harflerini kazımış sanki kentin her yanına.
İşte ilk sevgilimle Londra'daki ilk yılımda,
Parlamentonun gotik fiyakasının yanıbaşında,
güneşli günlerde gelip oturduğumuz tahta sıra
ve her an eğilip nehre değecekmiş gibi duran
demiryolu köprüsünün kenarındaki yaya yolu.
Karşıda Fransız filmleri izlerdim bir başıma.
Bir yandan garip bir gurur, bir yandan korku,
bir yandan da hüzün verirdi bana yalnızlığım
(bir yemeğin tadı gibi ansızın hatırlanan
bu duygu hâlâ yoklar beni zaman zaman).
İşte karşı köşede yeşil deri koltukları
ve ahşap masalarıyla The Swan barı:
Hulusi ve Mehmet'le gittiğimizin üzerinden
daha bir yıl geçmeden birini bir kadın,
birini pankreas kanseri almıştı elimden.
İşte Elsa'yla son kez konuştuğum telefon
(kısa bir konuşma, yanıma kalmıştı son jeton).
Ve ilk sosyalist gazetemi sattığım işyeri
(yaşlı, Hintli bir metal işçisiydi: "Benden",
demişti, "geçti ama, bir de siz deneyin haydi").
Bir gün babam "Sıkıntılıyken içki içme" demişti,
"keyifsizken daha kötü eder insanı içki". Haklıymış:
Şurada her gece içmiştim ölümünü beklerken.
Sahilyolu'nun kenarında denizden yeni çıkmış
tarihöncesi bir canavar gibi duran Cerrahpaşa
çocukluğumdan beri hep korkunç gelmiştir bana.
Şimdi de zaman zaman bir çocuk sanatçı gibi,
turnede gibi hissetmekten alamıyorum kendimi:
Bir sahne gibi geliyor Londra bana bazen,
piyes İngilizce, oyuncuların çoğu Türkiyeli.
O akşam yaşlı bir turist durdurdu beni,
bir adres sordu, her gün geçtiğim önünden.
Durakladım. Bilmem aklımdan neler geçti.
"Kusura bakmayın", dedim, "Londra'lı değilim ben".
GELGİT
İlk geldiğimde İngiltere'ye
yıllardan yetmiş iki yılında
ve ilk gördüğümde Thames
nehrini,
"Nasıl da" demiştim, kendi
kendime, "suları kahverengi.
Nerede Boğaz'ın o maviliği,
o berrak sular!"
Yıllar sonra yürüdüğümde
kıyısında nehrin bir akşamüzeri
çekildiğini gördüm suların,
izledim saatlerce.
Akdeniz'de gelgit olmadığını
Londra'da öğrendim o gece.
Öğrendiğim gibi büyük kısmını
tüm öğrendiklerimin.
Sonra kaç defa şu veya bu kadınla
sular çekildiğinde açıkta kalan
yatağında yürüdüm nehrin,
elleri elimde, yanak yanağa.
Ne zaman suların çekildiğini
görsem şimdi, Elsa gelir yine aklıma.
Gelenler geldi, gidenler gitti,
Elsa kaldı yatağı gibi nehrin hayatımda.
M'AGAPAS?
Kanada romanını öğrendim,
benim kalemimden Külebi okuyan
Selanikli bir küçük kızdan.
Ortak paydamızdı dil bizim.
İki dilde oyunlar oynar,
bir üçüncüsünde konuşurduk.
Rumca öğretirdi bana,
ben ona Türkçe, becerebildiğimce.
Çekilir İngilizce sevişirdik sonra.
Yarım kaldı gerçi Rumcam ama,
tüm sevgi sözlerini öğrendim.
Geri kalanınıysa sözcüklerin
söylemek gelmiyor zaten içimden,
ne İngilizce, ne Türkçe,
ne de artık öğrenmeyeceğim herhangi bir dilde.
MENDİREK
Antik mendireğin ucunda
vaktinden evvel kararıyor hava,
denize doğru iniyor bulutlar,
ince bir yağmur başlıyor birden.
Palamut iskelesiymiş burası
milattan önce kimbilir kaç yılında.
Arkamda yalçın bir tepe,
birkaç sütun, zeytinlikler.
Yavaşça, denizin derinliklerinden
volkanik bir ada yükselircesine,
Elsa geliyor yine aklıma.
Nasıl yenilebildim koşullara!
Gemilere palamut yükleyenler,
palamutu toplayanlar, gemiciler,
hiç biri yok artık.
Sadece mendirek ve zeytinlikler.
ŞİŞE
Her paylaştığımız şarap şişesi
uzun bir ayindi adeta,
birlikteliğimizi teyid ederdi.
Tanıştığımız yaz Girit'te bir bağda
durup yediğimiz üzümleri
anmış gibi olurduk her bardakla.
Şimdi de, kim olursa olsun yanımda
masama gelen her şarap şişesini
Elsa'yla birlikte içiyoruz.
Kırık bir şişenin yarısı onda,
yarısı bende sanki:
Keskin kenarlarını paylaşıyoruz.
SOFİA
O zaman öyle düşünmüyorduk kuşkusuz ama,
çok gençtik o zamanlar gibi geliyor şimdi bana.
Okul bitmiş, Selanik'e gitmişti yaz için o,
ben İstanbul'a.
Ne sevgiyi ciddiye alıyor insan o yaşlarda,
ne ayrılığı. Telefonda konuşuyorduk ara sıra.
"Gelsene" demişti. Gitmiştim Keşan üzerinden.
Eğlence bu ya!
Denize girmiştik Ege'nin öbür tarafında.
Zeytinlikler, çamlar, ahşap bir taverna.
Üçüncü gün anlamsız bir kavga etmiştik.
Bırakmıştı beni oracıkta.
Bir arkadaşı götürmüştü beni havaalanına.
Beklenmeden çıkagelmişti birden son anda.
Sarılıvermiştik birşey olmamış gibi.
Götürürken beni uçağa
mavi gözlü bakır bir baykuş almıştı bana.
"Bak" demişti, "bilgelik tanrıçası bu, Sofia".
Masamın bir kenarında oturur hâlâ o baykuş,
ve o günden bu yana
izledikçe 16 yıldır yaşadıklarımızı Elsa'yla
gördüklerine inanamazmış gibi çok zaman
hafifçe gülümseyen bir ifade belirir yüzünde adeta.
UMUT
Kafam tıraşlı, yeni dönmüşüm askerden,
bir zemberek boşanmak üzereyken içimde,
beyaz bornozlu bir kadın çıktı bir sabah karşıma.
Siyahın anlamı, gecenin içeriğiydi ıslak saçları.
Gözlerinde umut, vaat ve gizem, teninde çiğ damlaları,
sabahın ilk ışığı gibi girdi hayatıma.
Çok gençtim o zaman. Yıllardan sekseniki.
Daha kolaydı kuşkusuz herşey o yaşta.
Anlaşılır şeydi öylesine aşık olmam o an.
Anlaşılmaz olan
hâlâ seviyor olmam onu onca yıldan sonra.
Roni MARGULIES
Otuzdört yaşıma bastığım gün
yıllarımı Londra'yla İstanbul arasında
eşit paylaştırmış olduğum geldi aklıma.
Ve bu yıl bir gün, kırkımda,
başıboş dolaşırken Londra sokaklarında,
her köşenin, otobüs durağının, heykelin,
nehrin her bir kıvrımının, herşeyin,
eski bir öykü anlattığını farkettim bana.
Konuştuğumu farkettim kentin her taşıyla
(volta atarken bir kasabanın anacaddesinde,
selâmlaşır gibi karşıma çıkan herkesle).
Elinde küçük bir çakıyla yaramaz bir çocuk
RM harflerini kazımış sanki kentin her yanına.
İşte ilk sevgilimle Londra'daki ilk yılımda,
Parlamentonun gotik fiyakasının yanıbaşında,
güneşli günlerde gelip oturduğumuz tahta sıra
ve her an eğilip nehre değecekmiş gibi duran
demiryolu köprüsünün kenarındaki yaya yolu.
Karşıda Fransız filmleri izlerdim bir başıma.
Bir yandan garip bir gurur, bir yandan korku,
bir yandan da hüzün verirdi bana yalnızlığım
(bir yemeğin tadı gibi ansızın hatırlanan
bu duygu hâlâ yoklar beni zaman zaman).
İşte karşı köşede yeşil deri koltukları
ve ahşap masalarıyla The Swan barı:
Hulusi ve Mehmet'le gittiğimizin üzerinden
daha bir yıl geçmeden birini bir kadın,
birini pankreas kanseri almıştı elimden.
İşte Elsa'yla son kez konuştuğum telefon
(kısa bir konuşma, yanıma kalmıştı son jeton).
Ve ilk sosyalist gazetemi sattığım işyeri
(yaşlı, Hintli bir metal işçisiydi: "Benden",
demişti, "geçti ama, bir de siz deneyin haydi").
Bir gün babam "Sıkıntılıyken içki içme" demişti,
"keyifsizken daha kötü eder insanı içki". Haklıymış:
Şurada her gece içmiştim ölümünü beklerken.
Sahilyolu'nun kenarında denizden yeni çıkmış
tarihöncesi bir canavar gibi duran Cerrahpaşa
çocukluğumdan beri hep korkunç gelmiştir bana.
Şimdi de zaman zaman bir çocuk sanatçı gibi,
turnede gibi hissetmekten alamıyorum kendimi:
Bir sahne gibi geliyor Londra bana bazen,
piyes İngilizce, oyuncuların çoğu Türkiyeli.
O akşam yaşlı bir turist durdurdu beni,
bir adres sordu, her gün geçtiğim önünden.
Durakladım. Bilmem aklımdan neler geçti.
"Kusura bakmayın", dedim, "Londra'lı değilim ben".
GELGİT
İlk geldiğimde İngiltere'ye
yıllardan yetmiş iki yılında
ve ilk gördüğümde Thames
nehrini,
"Nasıl da" demiştim, kendi
kendime, "suları kahverengi.
Nerede Boğaz'ın o maviliği,
o berrak sular!"
Yıllar sonra yürüdüğümde
kıyısında nehrin bir akşamüzeri
çekildiğini gördüm suların,
izledim saatlerce.
Akdeniz'de gelgit olmadığını
Londra'da öğrendim o gece.
Öğrendiğim gibi büyük kısmını
tüm öğrendiklerimin.
Sonra kaç defa şu veya bu kadınla
sular çekildiğinde açıkta kalan
yatağında yürüdüm nehrin,
elleri elimde, yanak yanağa.
Ne zaman suların çekildiğini
görsem şimdi, Elsa gelir yine aklıma.
Gelenler geldi, gidenler gitti,
Elsa kaldı yatağı gibi nehrin hayatımda.
M'AGAPAS?
Kanada romanını öğrendim,
benim kalemimden Külebi okuyan
Selanikli bir küçük kızdan.
Ortak paydamızdı dil bizim.
İki dilde oyunlar oynar,
bir üçüncüsünde konuşurduk.
Rumca öğretirdi bana,
ben ona Türkçe, becerebildiğimce.
Çekilir İngilizce sevişirdik sonra.
Yarım kaldı gerçi Rumcam ama,
tüm sevgi sözlerini öğrendim.
Geri kalanınıysa sözcüklerin
söylemek gelmiyor zaten içimden,
ne İngilizce, ne Türkçe,
ne de artık öğrenmeyeceğim herhangi bir dilde.
MENDİREK
Antik mendireğin ucunda
vaktinden evvel kararıyor hava,
denize doğru iniyor bulutlar,
ince bir yağmur başlıyor birden.
Palamut iskelesiymiş burası
milattan önce kimbilir kaç yılında.
Arkamda yalçın bir tepe,
birkaç sütun, zeytinlikler.
Yavaşça, denizin derinliklerinden
volkanik bir ada yükselircesine,
Elsa geliyor yine aklıma.
Nasıl yenilebildim koşullara!
Gemilere palamut yükleyenler,
palamutu toplayanlar, gemiciler,
hiç biri yok artık.
Sadece mendirek ve zeytinlikler.
ŞİŞE
Her paylaştığımız şarap şişesi
uzun bir ayindi adeta,
birlikteliğimizi teyid ederdi.
Tanıştığımız yaz Girit'te bir bağda
durup yediğimiz üzümleri
anmış gibi olurduk her bardakla.
Şimdi de, kim olursa olsun yanımda
masama gelen her şarap şişesini
Elsa'yla birlikte içiyoruz.
Kırık bir şişenin yarısı onda,
yarısı bende sanki:
Keskin kenarlarını paylaşıyoruz.
SOFİA
O zaman öyle düşünmüyorduk kuşkusuz ama,
çok gençtik o zamanlar gibi geliyor şimdi bana.
Okul bitmiş, Selanik'e gitmişti yaz için o,
ben İstanbul'a.
Ne sevgiyi ciddiye alıyor insan o yaşlarda,
ne ayrılığı. Telefonda konuşuyorduk ara sıra.
"Gelsene" demişti. Gitmiştim Keşan üzerinden.
Eğlence bu ya!
Denize girmiştik Ege'nin öbür tarafında.
Zeytinlikler, çamlar, ahşap bir taverna.
Üçüncü gün anlamsız bir kavga etmiştik.
Bırakmıştı beni oracıkta.
Bir arkadaşı götürmüştü beni havaalanına.
Beklenmeden çıkagelmişti birden son anda.
Sarılıvermiştik birşey olmamış gibi.
Götürürken beni uçağa
mavi gözlü bakır bir baykuş almıştı bana.
"Bak" demişti, "bilgelik tanrıçası bu, Sofia".
Masamın bir kenarında oturur hâlâ o baykuş,
ve o günden bu yana
izledikçe 16 yıldır yaşadıklarımızı Elsa'yla
gördüklerine inanamazmış gibi çok zaman
hafifçe gülümseyen bir ifade belirir yüzünde adeta.
UMUT
Kafam tıraşlı, yeni dönmüşüm askerden,
bir zemberek boşanmak üzereyken içimde,
beyaz bornozlu bir kadın çıktı bir sabah karşıma.
Siyahın anlamı, gecenin içeriğiydi ıslak saçları.
Gözlerinde umut, vaat ve gizem, teninde çiğ damlaları,
sabahın ilk ışığı gibi girdi hayatıma.
Çok gençtim o zaman. Yıllardan sekseniki.
Daha kolaydı kuşkusuz herşey o yaşta.
Anlaşılır şeydi öylesine aşık olmam o an.
Anlaşılmaz olan
hâlâ seviyor olmam onu onca yıldan sonra.
Roni MARGULIES