- Konbuyu başlatan
- #1
Sanatsal estetik ile estetiğin siyasallaştırılması üzerine (1)
Sanat alanında son 25 yıldır rüzgarı estirilen “post” önekli tüm eski-'yeni' ekollerin ortak özelliklerinden biri de, alımlayıcısına sunulan hemen tüm ürünlerin yaratıcısı tarafından estetik yanına verilen önemin ağırlığına kıyasla, o ürünün siyasal yönüne son derece kısıtlı ve hatta genellikle dışlayıcı bir rol biçilmesi şeklinde kendini ortaya koyuyor. Bu anlamıyla, siyasetin estetikle olan ilişkisinin çözümlenmesi noktasında karşımıza çıkan temel problemlerden birinin, siyasetle sanatın birbiriyle bağlaşıklık derecesi ya da kopukluk sorunu olduğunu söyleyebiliriz.
Yine bununla ilintili olarak gerek o ürünün yaratıcıları gerekse de alımlayıcılarının nezdinde yaygın bakış açısının bunun bir 'sorun' olarak görülmeyip, tam aksine, o bağlaşıklığın kendini gösterdiği her an ve alanın “sorunlu” olarak addedilmesi de bir gerçeklik olarak karşımızda duruyor.
Fredric Jameson “Brecht ve Yöntem”de, sanat ve siyaset arasına konan bu, kimi noktalarda oldukça keskin ayrımın sanıldığı gibi eskil değil, tamamiyle modern döneme ait bir bakış açısı olduğunu savlar ve “sanatta didaktik olana getirilen yasak, modernliğimizin bir özelliğidir; biz modernler, bunu sorgulamadan kabul ederiz. Oysa kapitalizm öncesi klasik uygarlıkların hiçbiri, sanatlarının temel, didaktik bir amaç içerdiğinden kuşku duymamıştır” der.
Tarihsel süreci içinde sanat, burjuvazinin, toplumda yükselen-egemen hale gelmeye başlayan sınıf olarak kendini göstermesiyle beraber feodal dönemdeki “kült” ve mutlaki-monarşist krallıklar dönemindeki “temsil” işlevlerinden ve aynı zamanda bu yönetim biçimlerinin getirdiği özne temelli fiili bağımlılığından kurtulur ve bu kurtuluşla beraber içsel özgünlüğünü ve bu özgünlük üzerinden de o güne dek gizil kalmış tüm potansiyel(ler)ini keşfetmeye başlar.
Ama aynı zamanda, prekapitalist dönemin ardından gelen bu 'özgürleştirici' keşif sürecinde sanatın, önceden doğal sayılan egemen sınıflarla olan bağımlılık ilişkisinin dolaysız niteliği sönümlenmiş ve kapitalist toplumda bu bağımlılık ilişkisi piyasa dolayımı ile kurulur hale gelmiştir. Yani sanatçı ve sanat eseri, sırasıyla meta üreticisi ve meta derekesine düşen 'özgür' özne-nesneler haline gelmiştir. Bu özne-nesneler, piyasa üzerinden biçimsel özgürlüklerin öne çıkartıldığı bir sistemin unsurlarıdır artık. Bu niteliklere haiz bir toplumsal sistemin kodlarına uyumlu hale gelmesi koşuluyla kendisine verilen 'özgürlüğü' kullanabilme 'özgürlüğüne' sahip olabilen sanatçı, bu yeni tipteki bağımlılık ilişkisinin yarattığı “sanatın özgürlüğü” görüntüsü altında yeni tipteki “özgür(süz)lük”üne kavuşur.
Hemen hemen tüm Avrupa coğrafyasını kapsayan ve sarsan 1848 Devrimleri'nin kanla bastırılmasına ve feodal erke karşı burjuvazinin toplumsal-siyasal egemenliğini tesis ettiği bu tarihsel dönüm noktasına dek, ütopik sosyalist Fourier'nin takipçisi Saint-Simon ve benzeşi düşün insanlarının ileri sürdüğü tez; sanatın, toplumun gitmesi gereken yönü gösteren öncü rolü ile donatılması idi. Bu tez, burjuvazinin kendi projesinden (yani Özgürlük-Eşitlik-Kardeşlik ideali ve Aydınlanma hedefinden) saptığını, daha doğrusu artık bunları tarihin çöplüğüne attığını 1848’de fiilen ilan etmesi ile beraber son bulur. Bu son buluş, hızla gericileşen burjuva egemenlerinin vesayeti altındaki sanatın toplumla ve hayatla kurduğu ilişkiden vazgeçmek zorunda kalarak kendi içine kapanmasını beraberinde getirirken aynı zamanda ve tam da bu anlamıyla sanatın estetikleşmeye başlamasını da beraberinde getirir. İşte, sanat ile siyasetin birbirinden bağımsız olduklarına ilişkin varsayımın beslendiği kaynağı oluşturan tarihsel süreç böyle başlar.
Bu kırılma anı aynı zamanda, sanatın, toplumsal içerikle bağını keserek salt estetik/güzellik kültüne dönüşen yapısı ve işlevinin, sanatın burjuva toplumunda büründüğü özerklik görünüşü paralelliği çerçevesinde sorgulanmaya başlandığı andır.
James Joyce 1916 yılında, 34 yaşındayken yayınladığı otobiyografik romanı “Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi” adlı yapıtının sonunda genç kahramanı Stephen Dedalus'un (ki, bu kahraman sonradan karşımıza “Ulysses”te yine çıkacaktır) güncesine şu çarpıcı sözleri yazdırır: “Ey yaşam, hoşgeldin! Milyonuncu kez gidiyorum karşılamaya deneyimin gerçekliğini ve dövmeye, ruhumun örsünde soyumun yaratılmamış vicdanını.”
Buradaki “milyonuncu kez” gidilmesinin nedeni, deneyimin gerçekliği karşısındaki başarısız kısırdöngü tipi bir gidiş değil, tersine, yaşamın bize ve özellikle de sanatsal yaratımda bulunan kişiye sunduğu yeni ve sayısız deneyimin tekrar ve tekrar gözden geçirilip o sanatsal ürün aracılığıyla yeniden yaşama sunulmasına karşılık gelir. “Ruhumun örsünde dövmek” ediminde ise, her bir sanatçının kendi örsünde yatan o akkor hale gelmiş demirin eğilip bükülerek onun bir forma, insan yaşamı için değer taşıyan bir forma büründürülmesi vardır. Son olarak, dövülen “soyumun yaratılmamış vicdanını” ise, sanatçının içinde yer aldığı toplumun toplumsal sorumluluk bilincine sahip vicdanının yaratılmasındaki öncü rolüne yapılan bir vurgu olarak algılayabiliriz.
Sormayan, sormadığı için sorgulamayan, sorgulat(a)mayan ve aslında hiç de böyle bir derdi olmayan “post” önekli ürün üreticilerinin savladığı içi boş “sanatın sonu” tezleri o denli acınası haldedir ki, hemen hepsi bu düzey(sizlik)leriyle Hegel'e rahmet okutur niteliktedir.
Hegel estetiğinin belirleyici özelliğinin “Estetik - Güzel Sanat Üzerine Dersler”inde ortaya koyduğu gibi, içerik ve biçim özdeşliğine dayanan bütünlük anlayışında sanat eserini sanatsal kılanın “güzel”in, “gerçeklik”le eşzamanlı olarak ortaya çıkabilmesi olduğunu görürüz. Hegel, modernleşme süreçlerinin baskısı altında bu duruma ayak uyduramadığını ya da bir başka deyişle, duyusal yanı nedeniyle modern insanın gereksinimlerine artık yanıt veremediğini savlayarak, sanatın sonunu ilan eder.
Hegel’in “sanatın sonu gelmiştir” tezli tespiti, kuşkusuz siyasal bir nitelik arz eder. Siyasal bir nitelik arz eder çünkü burada “toplum-birey arasındaki mesafenin kapatılmasında sanat, artık işlevini yitirmiştir” denmektedir ve bu sav, baştan aşağı siyasaldır. Hegel'deki bu tespitin dayandığı tarihsel arka planda ise, estetik kategorilerin kullanıma sokulması ve 18. yüzyılın ikinci yarısı itibariyle gelinen (Prusya İmparatorluğu özelindeki bu) aşamanın, temel ama aynı zamanda son aşama olarak kabullenilip algılanılması problemi yatmaktadır.
Duyusal yaşantıların felsefe tarafından kapsama alınıp alınmaması sorunu, Alexander Gottlieb Baumgarten’ın 1750 tarihli “Estetik”inde “bilim duyulabilirlik alanına indirilmemeli, fakat duyulabilir-olan, bilginin soyluluğuna yükseltilmelidir” şeklinde kendini ifade eder. Hegel’in, estetik bütünlüğü tanımlarken söyledikleri ile Baumgarten’ın söyledikleri birbirinden çok da farklı değildir. Terry Eagleton’a ait olan ve “Estetik ve Politika”da dillendirdiği bu tez, yani esas olarak mutlaki-monarşist krallıklar iktidarının şemsiyesi altında başlayan bu proje, idealist bir biçim altında “kendi koydukları yasa dışında hiçbir yasaya itaat etmeyen; özgür, eşit, özerk insani öznelerin evrensel düzeninin” bir tasarımıydı.
Bu tasarımla beraber sanat; toplumsal içeriği bastırmış ve biçim-içerik özdeşliğini, “özerklik” ve “tarafsızlık” şiarıyla salt “güzel” kategorisi üzerinden gerçekleştirmeye-gerekçelendirmeye başlamıştır.
Açıktır ki bu şiarın etrafında toplananlar, kapitalist toplumda sanatın piyasa dolayımı ile ortaya çıkan egemen sınıfa bağımlılığı gerçekliğini görmezden gelip yok saymışlardır. Bu yok sayışa Brecht'in cevabı “sanat için tarafsızlık, yalnızca egemen taraftan yana olmak anlamını taşır” olmuştur.
Nedim Serkan Durak
Sanat alanında son 25 yıldır rüzgarı estirilen “post” önekli tüm eski-'yeni' ekollerin ortak özelliklerinden biri de, alımlayıcısına sunulan hemen tüm ürünlerin yaratıcısı tarafından estetik yanına verilen önemin ağırlığına kıyasla, o ürünün siyasal yönüne son derece kısıtlı ve hatta genellikle dışlayıcı bir rol biçilmesi şeklinde kendini ortaya koyuyor. Bu anlamıyla, siyasetin estetikle olan ilişkisinin çözümlenmesi noktasında karşımıza çıkan temel problemlerden birinin, siyasetle sanatın birbiriyle bağlaşıklık derecesi ya da kopukluk sorunu olduğunu söyleyebiliriz.
Yine bununla ilintili olarak gerek o ürünün yaratıcıları gerekse de alımlayıcılarının nezdinde yaygın bakış açısının bunun bir 'sorun' olarak görülmeyip, tam aksine, o bağlaşıklığın kendini gösterdiği her an ve alanın “sorunlu” olarak addedilmesi de bir gerçeklik olarak karşımızda duruyor.
Fredric Jameson “Brecht ve Yöntem”de, sanat ve siyaset arasına konan bu, kimi noktalarda oldukça keskin ayrımın sanıldığı gibi eskil değil, tamamiyle modern döneme ait bir bakış açısı olduğunu savlar ve “sanatta didaktik olana getirilen yasak, modernliğimizin bir özelliğidir; biz modernler, bunu sorgulamadan kabul ederiz. Oysa kapitalizm öncesi klasik uygarlıkların hiçbiri, sanatlarının temel, didaktik bir amaç içerdiğinden kuşku duymamıştır” der.
Tarihsel süreci içinde sanat, burjuvazinin, toplumda yükselen-egemen hale gelmeye başlayan sınıf olarak kendini göstermesiyle beraber feodal dönemdeki “kült” ve mutlaki-monarşist krallıklar dönemindeki “temsil” işlevlerinden ve aynı zamanda bu yönetim biçimlerinin getirdiği özne temelli fiili bağımlılığından kurtulur ve bu kurtuluşla beraber içsel özgünlüğünü ve bu özgünlük üzerinden de o güne dek gizil kalmış tüm potansiyel(ler)ini keşfetmeye başlar.
Ama aynı zamanda, prekapitalist dönemin ardından gelen bu 'özgürleştirici' keşif sürecinde sanatın, önceden doğal sayılan egemen sınıflarla olan bağımlılık ilişkisinin dolaysız niteliği sönümlenmiş ve kapitalist toplumda bu bağımlılık ilişkisi piyasa dolayımı ile kurulur hale gelmiştir. Yani sanatçı ve sanat eseri, sırasıyla meta üreticisi ve meta derekesine düşen 'özgür' özne-nesneler haline gelmiştir. Bu özne-nesneler, piyasa üzerinden biçimsel özgürlüklerin öne çıkartıldığı bir sistemin unsurlarıdır artık. Bu niteliklere haiz bir toplumsal sistemin kodlarına uyumlu hale gelmesi koşuluyla kendisine verilen 'özgürlüğü' kullanabilme 'özgürlüğüne' sahip olabilen sanatçı, bu yeni tipteki bağımlılık ilişkisinin yarattığı “sanatın özgürlüğü” görüntüsü altında yeni tipteki “özgür(süz)lük”üne kavuşur.
Hemen hemen tüm Avrupa coğrafyasını kapsayan ve sarsan 1848 Devrimleri'nin kanla bastırılmasına ve feodal erke karşı burjuvazinin toplumsal-siyasal egemenliğini tesis ettiği bu tarihsel dönüm noktasına dek, ütopik sosyalist Fourier'nin takipçisi Saint-Simon ve benzeşi düşün insanlarının ileri sürdüğü tez; sanatın, toplumun gitmesi gereken yönü gösteren öncü rolü ile donatılması idi. Bu tez, burjuvazinin kendi projesinden (yani Özgürlük-Eşitlik-Kardeşlik ideali ve Aydınlanma hedefinden) saptığını, daha doğrusu artık bunları tarihin çöplüğüne attığını 1848’de fiilen ilan etmesi ile beraber son bulur. Bu son buluş, hızla gericileşen burjuva egemenlerinin vesayeti altındaki sanatın toplumla ve hayatla kurduğu ilişkiden vazgeçmek zorunda kalarak kendi içine kapanmasını beraberinde getirirken aynı zamanda ve tam da bu anlamıyla sanatın estetikleşmeye başlamasını da beraberinde getirir. İşte, sanat ile siyasetin birbirinden bağımsız olduklarına ilişkin varsayımın beslendiği kaynağı oluşturan tarihsel süreç böyle başlar.
Bu kırılma anı aynı zamanda, sanatın, toplumsal içerikle bağını keserek salt estetik/güzellik kültüne dönüşen yapısı ve işlevinin, sanatın burjuva toplumunda büründüğü özerklik görünüşü paralelliği çerçevesinde sorgulanmaya başlandığı andır.
James Joyce 1916 yılında, 34 yaşındayken yayınladığı otobiyografik romanı “Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi” adlı yapıtının sonunda genç kahramanı Stephen Dedalus'un (ki, bu kahraman sonradan karşımıza “Ulysses”te yine çıkacaktır) güncesine şu çarpıcı sözleri yazdırır: “Ey yaşam, hoşgeldin! Milyonuncu kez gidiyorum karşılamaya deneyimin gerçekliğini ve dövmeye, ruhumun örsünde soyumun yaratılmamış vicdanını.”
Buradaki “milyonuncu kez” gidilmesinin nedeni, deneyimin gerçekliği karşısındaki başarısız kısırdöngü tipi bir gidiş değil, tersine, yaşamın bize ve özellikle de sanatsal yaratımda bulunan kişiye sunduğu yeni ve sayısız deneyimin tekrar ve tekrar gözden geçirilip o sanatsal ürün aracılığıyla yeniden yaşama sunulmasına karşılık gelir. “Ruhumun örsünde dövmek” ediminde ise, her bir sanatçının kendi örsünde yatan o akkor hale gelmiş demirin eğilip bükülerek onun bir forma, insan yaşamı için değer taşıyan bir forma büründürülmesi vardır. Son olarak, dövülen “soyumun yaratılmamış vicdanını” ise, sanatçının içinde yer aldığı toplumun toplumsal sorumluluk bilincine sahip vicdanının yaratılmasındaki öncü rolüne yapılan bir vurgu olarak algılayabiliriz.
Sormayan, sormadığı için sorgulamayan, sorgulat(a)mayan ve aslında hiç de böyle bir derdi olmayan “post” önekli ürün üreticilerinin savladığı içi boş “sanatın sonu” tezleri o denli acınası haldedir ki, hemen hepsi bu düzey(sizlik)leriyle Hegel'e rahmet okutur niteliktedir.
Hegel estetiğinin belirleyici özelliğinin “Estetik - Güzel Sanat Üzerine Dersler”inde ortaya koyduğu gibi, içerik ve biçim özdeşliğine dayanan bütünlük anlayışında sanat eserini sanatsal kılanın “güzel”in, “gerçeklik”le eşzamanlı olarak ortaya çıkabilmesi olduğunu görürüz. Hegel, modernleşme süreçlerinin baskısı altında bu duruma ayak uyduramadığını ya da bir başka deyişle, duyusal yanı nedeniyle modern insanın gereksinimlerine artık yanıt veremediğini savlayarak, sanatın sonunu ilan eder.
Hegel’in “sanatın sonu gelmiştir” tezli tespiti, kuşkusuz siyasal bir nitelik arz eder. Siyasal bir nitelik arz eder çünkü burada “toplum-birey arasındaki mesafenin kapatılmasında sanat, artık işlevini yitirmiştir” denmektedir ve bu sav, baştan aşağı siyasaldır. Hegel'deki bu tespitin dayandığı tarihsel arka planda ise, estetik kategorilerin kullanıma sokulması ve 18. yüzyılın ikinci yarısı itibariyle gelinen (Prusya İmparatorluğu özelindeki bu) aşamanın, temel ama aynı zamanda son aşama olarak kabullenilip algılanılması problemi yatmaktadır.
Duyusal yaşantıların felsefe tarafından kapsama alınıp alınmaması sorunu, Alexander Gottlieb Baumgarten’ın 1750 tarihli “Estetik”inde “bilim duyulabilirlik alanına indirilmemeli, fakat duyulabilir-olan, bilginin soyluluğuna yükseltilmelidir” şeklinde kendini ifade eder. Hegel’in, estetik bütünlüğü tanımlarken söyledikleri ile Baumgarten’ın söyledikleri birbirinden çok da farklı değildir. Terry Eagleton’a ait olan ve “Estetik ve Politika”da dillendirdiği bu tez, yani esas olarak mutlaki-monarşist krallıklar iktidarının şemsiyesi altında başlayan bu proje, idealist bir biçim altında “kendi koydukları yasa dışında hiçbir yasaya itaat etmeyen; özgür, eşit, özerk insani öznelerin evrensel düzeninin” bir tasarımıydı.
Bu tasarımla beraber sanat; toplumsal içeriği bastırmış ve biçim-içerik özdeşliğini, “özerklik” ve “tarafsızlık” şiarıyla salt “güzel” kategorisi üzerinden gerçekleştirmeye-gerekçelendirmeye başlamıştır.
Açıktır ki bu şiarın etrafında toplananlar, kapitalist toplumda sanatın piyasa dolayımı ile ortaya çıkan egemen sınıfa bağımlılığı gerçekliğini görmezden gelip yok saymışlardır. Bu yok sayışa Brecht'in cevabı “sanat için tarafsızlık, yalnızca egemen taraftan yana olmak anlamını taşır” olmuştur.
Nedim Serkan Durak